Kimilerine göre Post-Modern Darbe, kimilerine göre ise zaruri bir hâl. İşte 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu kararlarına giden süreç ve daha sonra gelişen olaylar silsilesine derinlemesine bir bakış.
Her dönemin kendine özgü güzellikleri vardır. Tıpkı geçmişteki ve günümüzdeki olan şeyler gibi. Unutulmamalıdır ki yine her dönemin kendine özgü sorunları da vardır. Yine geçmişte ve günümüzde yer alan sorunlar gibi. 90’lı yıllarda Türkiye’nin yüz güldüren güzellikleri ve içinden çıkılmaz baş edilemeyen sorunları vardı. Yüzleri gülümseten o güzel hatıralar hâlâ o dönemde yaşamış insanların zihinlerinde yer almakta ve hafızalarda bulunmakta. Tabi 90’lı yılların siyaseti de akıllardan çıkmamakta. İşte bu yazıda sizlere 90’lı yıllara damgasına vuran ve akıllardan çıkmayan bir olay olan 28 Şubat sürecini anlatacağım.
Milli Görüşün İktidara Giden Yolu
1990’lı yılların Türkiye’si oldukça hareketli günlerden geçti. 17 Nisan 1993’te Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan Turgut Özal beklenmeyen bir şekilde hayatını kaybetti. Özal’ın ölümü sonrası başbakanlık makamında bulunan ve Doğru Yol Parti’si genel başkanı olan Süleyman Demirel cumhurbaşkanı oldu. DYP Genel Başkanlığı ve başbakanlık makamı, o dönem Ekonomi Bakanı olan Tansu Çiller’in eline geçti. Çiller SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) ile koalisyon yaparak 50. hükümeti kurdu. Çiller’in başbakanlık makamına oturması başlangıç için bir şeylerin güzel gittiğini gösterir gibi olsa da işin rengi bir müddet sonra açığa çıktı. Ekonomi bugün ki gibi raydan çıktı. Nisan 1994 krizi meydana geldi. Enflasyon aldı başını yürüdü gitti. Türk Lirası dip seviyelere geriledi. Ülkede işsizlik oranı gün gün artmaya başladı. Hükümet ortakları arasında krizler meydana geldi. Bu kriz maddelerinden birisi Başbakan Tansu Çiller’in mal varlığı konusu idi. Çiller, ABD’de edindiği servetinin kaynağını halka tatmin edici bir biçimde açıklayamadı. Bunun haricinde Türkiye’nin günden güne büyümekte olan ve her gün askerlerimizi şehit eden PKK terörü ile başı büyük sıkıntıdaydı. Ordumuz terör bölgesinde en sert önlemleri alıp teröre geçit vermemek için canla başla mücadele ediyor, terörle iltisaklı olan hiç kimseye geçit vermiyordu. Özellikle bu ekonomideki buhranın yol açtığı zorlu ortamda vatandaş yeni arayışlara girişti. Milletin bu arayışlarının sonucunda görev Necmettin Erbakan’a verildi. 1987 yılından beri Refah Parti’sinin genel başkanlığı koltuğunda oturan Erbakan, daha önceleri bir çok kez parti kapatma davaları ile karşı karşıya kalsada bu sefer Milli Görüş adı altında Refah Partisi’nde iyi bir yer edinmişti. Erbakan, ağır sanayi hamlelerine sempati duysada daha muhafazakar ve dindar bir yönetim eğilimindeydi. İnsanlara kendi deyimi ile adil düzeni vadediyordu. Refah Partisi ilk olarak 1987 yılındaki genel seçimlerde %7.16, 1989 yerel seçimlerinde %9.80, 1991’deki genel seçimlerde ise %9.61 oy oranına ulaşmıştı. Bu dindar ve anti-laik görünen parti asıl rekorunu 1994 yerel seçimlerinde %19.15 oy oranına ulaşarak kıracaktı. Bu oy oranı ile DYP ve ANAP’ın ardından 3.oldu. Daha da önemlisi İstanbul ve Ankara gibi Büyükşehirler’i de ellerine geçirdi. Hiçkimsenin beklemediği bu sürpriz oy oranları gözleri Refah Partisi’ne çevirdi. Bir sonraki seçimlerde bu parti şüphesiz oyun kurucu bir aktör olacaktı.
1995 senesi gruplaşmaların yarattığı kaos, bölünmüşlüğün getirdiği gergin ortam ile geçti. Hükümetin olaylar üzerindeki pasifliği ve kontrolsüzlüğü artık halkı bezdirmişti. O zaman ki koalisyon ortaklarına eklemlenen CHP koalisyon ile anlaşamayınca Aralık 1995’te erken seçim yolu gözüktü. Bu seçimlerde Refah Partisi irtica ile ilişkilendirildi ve laik düzeni yıkmaya yeltenenleri beslemeye, içine almaya başladı. Seçimlerde oyların %21.38’ini alan Refah Partisi birinci çıktı. Aslında ilk 3’e giren partilerin oy oranları arasında çok uçuk farklar yoktu. Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı %19 ile 2. sırada yer alırken, Tansu Çiller’in DYP’si de %18 oy oranı ile 3. sırada yerini aldı. Ancak Refahlıların sevinci pek uzun süremedi. Çünkü meclise soktukları milletvekili sayısı tek başlarına iktidar olmalarını sağlayamıyordu. Erbakan önce Mesut Yılmaz’a teklif götürdü fakat Yılmaz bu Erbakan ile koalisyona sıcak bakmadı. Yılmaz’dan umduğunu bulamayan Erbakan diğer liderlere gitti ama istediği koalisyonu bir türlü kuramadı. Kimse Refah Partisi ile ortak olmak istemedi. Necmettin Erbakan, görevi cumhurbaşkanına iade etmek zorunda kaldı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu durum üzerine hükümeti kurma görevini seçimlerde ikinci olan Tansu Çiller’e verdi. Ama o da Erbakan gibi eli boşta kaldı ve bir koalisyon oluşturamadı. Demirel bu sefer seçimlerden üçüncü parti çıkan Mesut Yılmaz’a hükümeti kurma görevini verdi. Yılmaz ilk iş olarak Refah ile koalisyon kurmak istedi fakat asker ve medya Refah Partisi anti-laik ve irticacı bir parti olduğu için bunu istemedi. Yıldızları bir türlü barışmayan Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller en sonunda koalisyon kurup 53. Türkiye Cumhuriyeti hükümetini oluşturup Mart 1996’da işe koyuldular. Seçimlerden birinci parti çıkan Necmettin Erbakan ise hakkının yendiğini dile getiriyordu. Yılmaz-Çiller hükümeti o dönemin şartlarında çok uzun ömürlü olamadı ve her geçen gün kan kaybederek çatladı dağıldı.
Ülkenin üzerindeki kara bulutlar bir türlü dağıtılamıyor, devleti yönetecek hükümet oluşturulamıyordu. Hükümet kurma görevi tekrar Erbakan’a verildi. Refah lideri bu sefer Tansu Çiller ile anlaşma sağladı. Peki birbirlerine demediğini bırakmayan bu ikili nasıl koalisyon oluşturmuştu? Çünkü ikisinin de mecliste dosyası vardı. Çiller’in yolsuzluk sebebiyle yüce divana sevk edilmesi an meselesiydi. Erbakan, kapalı kapılar ardında Çiller’e yargılanmama garantisi vererek, Çiller’den koalisyon sözü almıştı. Sırayla başbakanlık yapma konusunda anlaşmaya varıldı. Meclis’te ucu ucuna yetecek sayıda güven oyu alan Erbakan, kıl payı ile başbakan oldu.
28 Şubat 1997’ye Adım Adım
Erbakan başbakanlık koltuğunda, partisi ise koalisyonla iktidarda. Bu durumdan doğal olarak paşalar rahatsızdı. Asker irtica tehlikesinden korkuyordu. Daha önceki zamanlarda aşırı uç gruplar dinci partilerin içinde örgütlenmeye gitmişti. Benzeri bir durumun Refah Partisi’nde de olabileceği askerde gerginlik yaratmıştı. Erbakan hükümeti öncelikli iş olarak ekonomiye önem verdi. Refah-Yol hükümeti memura %65 zam yaptı. Çiftçilere ürün desteği sağladı. Kamu gelirlerini arttırmak için reform paketleri hazırladı. Amaçları enflasyonu düşürmek ekonomik büyüme sağlamaktı. Erbakan ek olarak müslüman devletler arasında ekonomik iş birliğinin temellerini atmak istiyordu. Bu isteğin meyvesi olarak Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya, Pakistan ve Türkiye’nin üyesi olduğu D-8 ekonomik işbirliği teşkilatı kuruldu. Başbakan Erbakan bu amaç doğrultusunda ilk yurt dışı ziyaretini İran’a yaptı. Bu hareketiyle eleştiri oklarının hedefine girse de Erbakan rahat durmadı ve ziyaretlerini Mısır, Libya ve Nijerya izledi. Libya gezisi tartışmaların odak noktası oldu. Libya’nın o dönemki lideri Kaddafi, Erbakan ile görüşmesinden sonra yaptığı toplantıda Türkiye’ye ve başındaki hükümete çok sert sözler söyledi. Türkiye’yi Kürt düşmanlığı yapmakla suçladı. Erbakan Kaddafi’nin bu tutumu karşısında sessiz kaldı. Erbakan’ın hamlesizliği muhalefet çevrelerince sertçe eleştirildi.
Erbakan’ın Suyu Isınıyor
Kasım 1996’da gerçekleşen Susurluk kazası bir süredir gündemde olmayan mafya-derin devlet ilişkisini tekrar hortlattı. Erbakan mafya-derin devlet ilişkisinin abartıldığını söyleyen bir demeç verdi. İşin ilginç yanı mafya-derin devlet ilişkisi gün yüzüne çıkmışken Erbakan ”bunlar fasa fiso” deyip geçiştirdi. Susurluk olayının tam anlamıyla gün yüzüne çıkartılmaması hükümeti zor duruma soktu. Tabi bu noktada Refah-Yol hükümetinin sonunu getirecek olay elbette Susurluk Skandalı değil. Ama bu kriz de büyük bir etkendi. Erbakan hükümetini asıl köşeye sıkıştıranlar rakipleri değil destekçileri oldu. Refahlı bazı kesimler Atatürk’e ve laik cumhuriyete karşı alenen düşmanlık içine girdi ve bu durum kamuoyunda büyük bir endişe ile karşılandı. Şeriat yanlısı gösterilere dönüşen eylemler ortamı iyiden iyiye gerdi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Kuvvet Komutanları Erbakan Hükümeti’ne karşı açık açık tavır almışlardı. Refah Partisi’ni irticacı parti olarak görüyorlar ve Erbakan hükümetini cumhuriyet değerleri ile sorunlu bir yapı olarak değerlendiriyorlardı. Özellikle dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, irticacı eylemler karşısında adeta ateş püskürüyor Erbakan ve hükümetine demediğini bırakmıyordu. Laik düzenin savunucusu olan silahlı kuvvetler hükümete karşı bir takım eylemlere girişti. Hükümetin üzerindeki denetimini arttıran ordu, kamuoyunun da desteğini alarak medya ile beraber hükümete nefes aldırmayacak adımlar atmaya kalkıştı. Artık televizyon ve gazetelerde Refah Partisi’nin laik düzene ve anayasaya karşı işlediği suçların olduğu videolar ve yazılar gösteriliyordu. Refah’tan Rize Milletvekili olan Şevki Yılmaz laik cumhuriyete ve Atatürk’e olan düşmanlığını açıkça dile getiriyordu. Buna ek olarak yine Refah Partisi’nin içindeki isimlerden biri olan Hasan Hüseyin Ceylan’ın tavırları da Şevki Yılmaz’ınkilerin üzerine tuz biber oldu. Erbakan, Partisi içerisindeki bu kişileri sahiplenmiş süreci iyi yönetememiştir. Rejim konusunda hassasiyetli olan vatandaşların yüreğine su serpememiştir. Bu da tüm bu yaşanan olumsuzlukların faturasının kendisine kesilmesine neden olacaktı.
Refah Partisi içerisinde kendini bilmez bu şeriatçı tayfanın demeçlerinin yetmediği gibi Necmettin Erbakan da Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderlerine yemek verdi. Erbakan’ın ve avanelerinin bu hareketleri ortakları DYP’nin de hoşuna gitmemekteydi. Refah-Yol her geçen gün ömrünü tüketiyordu.
30 Ocak 1997 tarihinde Ankara Sincan Belediyesi Kudüs gecesi düzenledi. Salona Hamas liderlerinin koca koca fotoğrafları asıldı ve tiyatro sahnesinde cihat oyunu oynandı. Tertiplenen bu olaylı gece kamuoyunda ve askeriyede büyük tepki topladı. Artık işler zıvanadan çıkıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Sincan ilçesinde tankları sokağa çıkardı. Tarihler 4 Şubat 1997’yi gösterdiği askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçlar Sincan sokakları adeta askerin bir gövde gösterine dönüştü. Herkes şoka girmiş, asker darbe mi yapacak diye düşünüyordu. Bu bir darbe değildi fakat tankların sokaklarda yürütülmesi açık açık bir mesaj içeriyordu. Haddinizi bilin mesajı. Dönemin Genel Kurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, ”Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık.” demişti. Bu olayın ardından Cumhurbaşkanı Demire, Başbakan Erbakan’a uyarı mektubu yazarak Erbakan’ın laik düzenin savunuculuğunu yapması gereken makamda oturduğunu hatırlattı. 23 Şubat 1997 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya ‘irtica pkk’dan daha tehlikeli hâl almaya başlamıştır’ sözünü söyledi. Tüm bu gelişmelerden sonra Fatih Camii’nde cuma namazı çıkışında bir grup şeriat isteriz sloganları attı. Ortalık iyice toz duman olmuştu.
Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı
28 Şubat 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı liderliğinde, hükümet üyelerinin ve üst düzey komutanların da katılımıyla Türkiye’nin güvenliğine dair önemli kararların alındığı Milli Güvenlik Toplantısı başlamıştı. Tüm kamuoyunun ve basının gözü bu toplantıdaydı. Bu MGK, Türkiye tarihinin en uzun süren toplantısı olacaktı. Askeri kanat, sivil hükümeti çok ağır şekilde eleştirdi. Hükümetin büyük ortağı Erbakan ve partisi, irticaya destek vermekle suçlandı. Hükümetin küçük ortağı Çiller ve Partisi ise ortakları Erbakan’ın arkasında durmayarak askerden yana tavır aldı. Asker, irtica ile mücadelede etkili bir yol izlenmesi amacıyla hükümetin masasına imzalanması için 18 maddelik metin koydu. Asker hükümete, istediğimizi yap imzala bu işi uzatma yoksa kötü olur mesajı veriyordu. 18 maddelik metinde yer alan maddelerin bazılarını kısaca özetleyecek olursam;
- 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilecek
- Kuran kursları Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanacak
- Kaçak kuran kursları kapatılacak
- Tarikatların faaliyetlerine son verilecek
- Kamuda kılık kıyafet yasası uygulanacak
- Yeşil sermayeye kısıtlama getirilecek
- İrtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve silahlı kuvvetleri din düşmanı gibi gösteren medya kontrol altına alınacak
- Tevhidi tedrisat kanunu uygulanacak
- Atatürk aleyhinde işlenen suçlarda indirime gidilmeyecek
Erbakan bu maddeleri görünce terlemeye başlamıştı. Maddeleri imzalamak istemiyordu bu yüzden askerden süre istedi. İşte 28 Şubat 1997 olaylı MGK toplantısı bitmiş oldu. Erbakan, askerin dayattığı bu maddeleri imzalarda tabanından çok büyük bir tepki ile karşılacağını ve oy oranının düşeceğini tahmin ediyordu. Bu sebepten ötürü MGK kararlarını imzalamamak için diğer partilerden destek bekledi. Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal Erbakan’a sırtını direkt olarak çeviren isimler oldu. Medya ve sivil toplum örgütleri Erbakan üzerinde oldukça baskı oluşturdu. Necmettin iyice köşeye sıkıştı. Olaylı MGK toplantısından tam 5 gün sonra Erbakan paşa paşa maddeleri imzalamak zorunda kaldı. İmzaladı imzalamasına ama bu kararları uygulamada sınıfta kaldı. Silahlı kuvvetler Erbakan’ın bu kararları uygulama konusundaki isteksizliğini görünce tekrar atağa geçti. Asker, sivil kanattaki tüm kesimlere bilgilendirici metinler göndererek açık açık Refah Partisi’nin ülke güvenliği için tehdit oluşturduğunu anlattı.
Refah Partisi’ne Kapatma Davası
21 Mayıs 1997 senesinde Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ülkeyi iç savaşa sürüklediği ve laiklik ilkesine aykırı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle Refah Partisi hakkında kapatma davası açtı. Erbakan artık ne askeri kızdırmak istiyor ne de hükümeti bırakmak istiyordu. Kervan öyle veya böyle yürüsün ben iktidarımı koruyayım peşindeydi. 11 Haziran 1997’de Genel Kurmay Başkanlığı yapmış olduğu açıklamada irticaya karşı gerekirse silah kullanılacaktır dedi. Askerin postal sesi siyasilerin kulaklarında artık iyice çınlamaya başlamıştı. Bu açıklamaların ardından DYP’den bazı isimler istifa etti. Artık Refah-Yol koalisyonu iyice çıkmaza girmişti. Erbakan pes dedi ve 30 Haziran 1997 tarihinde Başbakanlık görevinden istifa ettiğini duyurdu. 16 Ocak 1998 tarihinde ise Refah Partisi kapatıldı ve Necmettin Erbakan 5 yıl siyaset sahnesinde yasaklı konuma düştü.
Kısacası 28 Şubat sürecine giden yolları açan Erbakan ve yine mağdur rolüne giren siyasal islamcı kesim askeri tahrik etmekten bir adım bile geri durmadı. Askerde gereğini yaptı. Askerin tüfeğinin namlusunu dipçiğini ensesinde hissetmeyen siyasetçinin ve avanelerinin nasıl istediği gibi at koşturduğunu ama sonrasında askerin tüfeğinin namlusunu ensesinde hissetmeye başlayınca nasıl çil yavrusu gibi dağıldığını anlatmaya çalıştım. Atatürk’ün askerini kastediyorum tabi burada tarikatçıların askerini değil. Vesselam!
